Kısa süreli hafıza ve odaklanma eksikliğinden muzdarip günümüz insanı, iklim krizini ancak afetlerde veya gündelik hayatını zorlaştıran değişimlerde gündemine alıyor, ardından çabucak unutuveriyor; aşırı sıcaklardan kavrulduğumuz, orman yangınları sezonun gelip çattığında şu günlerde korkuyla yeni mega yangınları bekliyoruz.
Her sene artan kuraklık nedeniyle Türkiye’nin artık su fakiri bir ülke olmaya başladığını fark ediyoruz. Gitgide sıklaşan sellerin yol açtığı can kayıplarını çaresizlikle izliyoruz, ancak bunların kötüye giden iklimle ilgisini kurmaktan imtina ediyoruz. Holosen çağının konforlu ikliminin artık geri dönüşsüz bir şekilde yok olduğu gerçeğine gözlerimizi kapatıyoruz ve bu felaketten sorumlu olan zengin ülkelerin, dev şirketlerin yöneticilerinden teknolojik ve finansal çözümlerle bizleri kurtarmalarını umarsızca bekliyoruz. Dikkatlerin iklime çevrildiği bu dönemde, küresel sıcaklık artışlarının ilk elden sorumlusu olan sera gazı emisyonlarında Türkiye’nin gidişatına bir göz atalım. Türkiye her sene nisan ayında 2 yıl öncesinin derlenen, incelenen ve onaylanan sera gazı emisyonlarını TÜİK tarafından hazırlanan detaylı bir raporla BM’e gönderiyor. Bu sene nisan ayında hazırlanan 2021 yılı Sera Gazı Emisyonları raporunda çeşitli sektörlerde önceki yıllara göre göze çarpan bazı verileri paylaşalım ve veriler üzerinden yorumlar yapalım;
Türkiye’nin toplam sera gazı emisyonları(negatif emisyonlar hariç) 2020 yılında 524 milyon ton CO2 eşdeğeri iken, çoğu zamanı pandemi nedeniyle karantinada geçirilen 2021’de azalmak bir yana 564 milyon tona çıkmış. Bu artış Enerji (36 milyon ton) ve Sanayi (7 milyon ton) sektörlerinden kaynaklanıyor. (Sy.62)
Enerji sektörüne elektrik üretimi özelinde bakarsak; raporda son 3 yıldaki elektrik üretiminde kullanılan enerji kaynaklarının değişimi bir grafikle gösteriliyor. Artık her geçen sene daha belirgin hissettiğimiz kuraklığın etkisini enerji üretiminde görmek mümkün; 2019 yılında hidroelektriğin payı %29 iken 2021’de %17’ye düştüğünü görüyoruz. TL’nin değer kaybıyla birlikte doğalgaz fiyatlarının yükselmesi, yeni kömürlü termik santrallere finansal destek bulmanın zorluğu, rüzgâr ve güneş enerjilerine teşviklerin yetersizliği dikkate alındığında, atıl kapasiteye karşın artan enerji ihtiyaçlarını karşılamak için hükümetin yeni nükleer santral inadına devam etmesi tehlikesiyle karşı karşıyayız (Sy.70).
Türkiye’nin başlıca karbon yutağı olan ormanların negatif emisyonlarında son 5 yılda ciddi düşüş gözleniyor; Ormanlar 2017 yılında 65 milyon ton CO2 eşdeğeri sera gazını emerken 2021’de 34 milyon tona düşüyor (Sy.75). Raporda son 3 yılın karbon yutaklarındaki dramatik düşüş, odun endüstrisinin yoğun talebi nedeniyle aşırı orman seyreltme ve 2021’deki mega orman yangınları ile açıklanıyor (Sy.323). 2021 yılında yanan toplam 134.8 kha ormanlık alandan 10460 kton CO2 eşdeğeri emisyon (ağaçların gövdelerinde stokladıkları CO2’in yanma sırasında atmosfere verilmesi ile) hesaplanıyor (Sy.402). Bu çok yüksek bir oran; Türkiye’nin 2021’deki toplam sera gazı salımlarının yaklaşık %2’sine denk geliyor! Üstelik bu alanlarda ormanın tekrardan büyümesine izin verilse bile uzun yıllar boyunca yanan alanların CO2 emici özelliği yitirilmiş olacak.
Ulaşımda emisyonlar, 2020’de 79 milyon ton CO2 eşdeğeri iken önemli bir bölümü COVID-19 nedeniyle karantinada geçen 2021’de azalmak bir yana 89 milyon tona çıktığını görüyoruz. Bu artışın tamamı karayollarından kaynaklanıyor (Sy.141).Sanayide ise dikkati çeken emisyon artışları maden, kimya ve metal endüstrilerinde. 2020’ye oranla 2021’de CO2 eşdeğeri emisyonlarda çimento üretiminde 3,4 milyon ton (Sy.193), suni gübrelerde de kullanılan amonyak üretiminde 1 milyon ton (Sy.216), demir-çelik üretiminde 1,8 milyon ton (Sy.233) artış söz konusu.
Biraz geriye gidip hafızamızı tazelersek, Türkiye geçen sene kasım ayındaki COP27 toplantısında sera gazı emisyonlarını azaltmaya yönelik 2030 hedefini %41 oranında artıştan azaltım olarak açıklamıştı. İklim krizini hiçe sayan bu artış öngörüleriyle ve yukarıda kısaca değinilen TÜİK’in 2021 yılı sera gazı emisyon verileriyle Türkiye’nin 2050’lerin başında net sıfır emisyona ulaşması inandırıcı olmaktan uzaktır. Daha ortada güncellenen bir Ulusal Katkı beyanı bile yoktur.
Türkiye’de hükümet;
Enerjide fosil yakıtlara bağımlı politikalarda ısrar ediyor; kömüre teşviklere devam ediyor, doğal gaz ve petrol aramalarına yenilerini ekleniyor, Türkiye’yi enerji akışında bir lojistik merkezi haline getirmeyi hedefliyor.
Ulaşımda binek araç sayısını artıran, ormanlık ve tarım alanlarının ranta açılmasına yol açan yeni otoyollarla, toplu taşımanın bilerek atıl bırakılmasıyla petrol bağımlılığını artırıyor. Yerli ve milli elektrikli otomobil söylemi yeşil boyamadan öteye gitmiyor.
Sanayide zengin ülkelerin çoktan geri kalmış ülkelere transfer ettikleri, ekolojik yıkımlara ve insan sağlığına tehditleriyle öne çıkan çimento, demir-çelik, kimyasallar gibi en kirli sektörlerde büyümeye devam ediyor. Türkiye artık tam anlamıyla kuzey ülkelerinin karbonsuzlaşma hedeflerine uygun olarak doğal varlıkları sömürülen, halkı proleterleşen bir güney ülkesi durumunda.
TL’nin hızlı değer kaybıyla birlikte kereste deposu olarak gördüğü doğal ormanların odun endüstrisinin kazançları için talan edilmesine göz yumuyor. Bu oranda devam eden aşırı seyreltme yakın gelecekte orman ekosistemlerinin çökmesine yol açabilecektir. Orman kayıpları kuraklık ve erozyonda artışa, tarım alanlarında nitelik azalmasına, biyoçeşitlilikte önemli kayıplara yol açmaktadır.
Kafamızı kuma gömmekten vazgeçelim; Holosen çağı artık geride kaldı. Antoposen’le bir an önce yüzleşmeli, ekolojik yıkımların kökeninde yatan yapısal sorunları irdelemeli, halen yaşanabilir olan dünyayı yitirmemek için sorumluluk almalı, kökten bir sistem değişimi için harekete geçmeliyiz.