İklim Adaleti Koalisyonu
İklim krizinin nedeni sadece karbon emisyonlarına indirgenemez. Yaşam döngülerinde kırılmaların, tehdit altındaki ekosistemlerin, yok olan türlerin nedeni, temelde, içinde bulunduğumuz ekonomi-politik rejimdir.
İklim Adaleti Koalisyonu, bu alanda mücadele yürüten tüm sivil hareketler arasında iletişimi güçlendirme ve birlikte hareket etme ihtiyacından doğdu.
Sistem değişikliği için güç toplamak amacıyla dünyanın her tarafından hareketleri bir araya getiriyoruz – yerli hareketleri, iklim değişikliğinden en çok etkilenen topluluklar, sendikalar, ırk adaleti grupları, gençlik hareketleri, ekolojik tarım işçileri, çiftçiler, STK’lar, halk hareketleri, feminist hareketleriz. Türkiye’de ise Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de fosil yakıt çıkartılmasına karşı Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye’den ekolojistlerin bir araya geldiği Kazma Bırak Kampanyası’nın çağrısıyla toplandık. Kazma Bırak Kampanyası’nın bileşenleri ile sınırlı olmamak üzere, yeni katılımcı örgütlerini bekliyor.
Başlıca çalışma alanlarımız
Hareket içinde Öğrenme
Hareketi güçlendirmek ve güçlü iklim adaleti taleplerini dile getirmek için bir öğrenme alanı olarak sivil toplumu destekliyoruz. En çok etkilenenlerin taleplerini merkeze koyma: İklim krizinden en çok etkilenenlerin sesinin COP26 sırasında ve öncesinde duyulmasını sağlamak için destek ve eğitim veriyor, süreç içinde hareketimizi dönüştürüyoruz.
Lojistik ve uluslararası dayanışma
Küresel Güney’den katılımcılara vize süreci, yolculuk ve kalacak yer konusunda destek, tavsiye ve bilgi sağlıyoruz. Halklar Zirvesi ve sivil toplum alanları: COP26 süresince, çeşitli etkinliklerin, eğitimlerin ve strateji geliştirmenin hedeflendiği bir alternatif zirve de dahil olmak üzere, sivil toplumun buluşup örgütleneceği alanlar sağlıyoruz.
Eylemlilik
COP süresince ve öncesinde gerçekleşen diğer özeksiz eylemleri tamamlayacak kitlesel bir sivil toplum etkinliği düzenliyoruz. Dönüştürücü politika talepleri ortaya koymak: Ulusal düzeyde karbonsuzlaştırma gereği ile farklı yaklaşım ve çözümlerin küresel güney üzerindeki etkileri arasındaki ilişkileri ve kavrayışı derinleştirecek politik söylemler ve çerçeveler geliştiriyoruz.
İklim Adaleti Nedir?
İklim adaleti, iklim değişikliğinin yaşanmasında en az sorumluluğa sahip olanların, iklim değişikliğinin sonuçlarından ilk ve en fazla etkilenenler/etkilenecekler olması şeklinde tezahür eden temel bir adaletsizliği dile getirmek için kullanılmaktır.
Küresel iklim krizi tartışmalarında ve birkaç yıldır kitlesel olarak gelişen “iklim grevi” eylemlerinin hemen hepsinde “iklim adaleti” sloganı öne çıkıyor. Düne kadar Afrika’nın ve Amerika’nın yerli halklarının, emperyalist ülkelerdeki ekoloji ve iklim hareketlerinin, ekososyalistlerin bir sloganı iken, şimdi sadece Greta Thunberg ve diğer gençlerin değil, birçok ulusal ve uluslararası şirket bağlantılı STK’nin, tabandan örgütlenen farklı toplumsal hareketlerin, sendikaların, kısaca herkesin çağrısı artık “iklim adaleti” sloganını içeriyor. Elbette bu herkes G-20 devletlerini ve şirketleri içermiyor ama örneğin BM Genel Sekreteri Guterres de bunun çağrısını yapıyor.
Peki iklim adaleti nedir? Eylemlerde “iklimi değil sistemi değiştir” deniliyor. Peki bu “sistem” nedir, nasıl işliyor ve “iklim adaleti” bu “sistem”i değiştirmek için yeterli bir talep mi?
İklim adaletinin temel meselesi; iklim değişikliğinin yaşanmasında en az katkısı ve dolayısıyla en az sorumluluğu olanların, iklim değişikliğinin sonuçlarından, bunda en büyük payı ve sorumluluğu olanlardan daha fazla etkilenenler/etkilenecekler olması. Böylelikle bilimsel verilerle açıkça görülen bu farklı etkilenme olgusunun ilk boyutu, dünya iklim sisteminin farklı coğrafyalarda farklı şekilde değişmesi ve yanı sıra diğer doğa tahribatlarının emperyalist sistem içindeki eşitsiz ilişkiler sonucu eşitsiz dağılımı ile ülkeler arasındaki sorumluluk, etkilenme ve uyum sağlama kapasitesi üzerinden yaşanan adaletsizlikle ilgili. Diğer boyutu ise dünyanın neresinde olursanız olun içinde bulunduğunuz toplumdaki yapısal eşitsizliklerle iç içe geçerek etkiliyor olması. Irksal, inançsal, toplumsal cinsiyet temelli ya da yaşa dayalı sisteme içkinleşmiş baskı ve tahakküm ilişkileri bu açılardan ezilen konumundaki insanları iklim krizi karşısında da daha savunmasız bırakır.
İklim değişikliğiyle ilgili fayda (emisyonlarla ilişkili ekonomik büyüme ve yaşam standardı) ve maliyetlerin (çevresel bozulma, kuraklık, tatlı su kaynaklarının azalması, sağlık vb.) eşitsiz dağıldığını ortaya koyarak bilimsel bir zemine oturan iklim adaleti söylemi aynı zamanda bu adaletsizlikle bağlantılı olarak karar alma süreçlerine katılımı, kaynaklara eşit erişim hakkını, toplumsal alanlarda süregelen ekonomik ve diğer sistemsel eşitsizlikleri, nesil içi ve nesiller arası adaleti de dile getiriyor. Buradan hareketle, başta emperyalizmin yeni ve mâli-ekonomik sömürgesi konumundaki ülkelerde, ama özellikle gençliğin öne çıktığı biçimiyle emperyalist ülkelerde de, toplumsal mücadele dinamikleri ve yerli toplulukların talebi haline geliyor.
Dünya’nın iklim sistemindeki hızlı değişimin, yani iklim krizinin, farklı noktalarda farklı sonuçlara yol açıyor olmasını biraz açalım. Bu hızlı değişim, ekosistemlerin mevcut karmaşık işleyiş ve döngülerinin uyum sağlama kapasitesini aştığı ölçüde tür çeşitliliğinin azalmasından yeni bir coğrafi şekillenmeye kadar bir altüst oluşa yol açabiliyor. Bugün artık “6. kitlesel yok oluş” denilen sürecin en önemli sebeplerinden birisi bu nedenle iklim krizi. Tabi ki, insanın bugün için kapitalist tarzda sürdürdüğü üretim faaliyetiyle etkileşime girdiği, dahil olduğu ekosistemler de bu üretim tarzının dönüştürdüğü mekânlar olarak aynı sürecin bir parçası. İşte kapitalist üretim tarzında sömürülen ve ezilen toplumsal sınıf ve tabakaların uyum sağlama kapasitesi ve dayanıklılığı, içinde yaşadıkları ekosistemlerdeki diğer canlılar gibi ezen ve sömüren sınıflar karşısında daha düşük kalır. Her coğrafya iklim krizini bir biçimiyle yaşarken bahsettiğimiz farklı sonuçlar insanın da dahil olduğu ekosistemlerin ne düzeyde ayakta kalabildiğiyle ilgilidir. Kıyılardan iç bölgelere, adalardan akarsu ve göl kenarındaki bölgelere, ekvatordan kutuplara kadar her enlemde yeni iklim rejimleri ekosistemleri böyle bir sınıfsallıkla kırılganlaştırır.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2014’te yayınladığı 5. Değerlendirme Sentez Raporu, iklim değişikliğinin mevcut ya da potansiyel sonuçlarından olan okyanuslarda aşırı ısı artışı, asitlenme ve kıyı erozyonu; ekosistemlerde bozulma ve biyolojik çeşitlilik kaybı; balıkçılık ve tarım faaliyetlerine bağlı ekonomik gerileme, su ve gıda güvenliği riskleri; ve iklim göçleri gibi olumsuzlukları ele alarak krizin başta yaşam hakkı olmak üzere temel “insan hakları” krizi olduğunu ortaya koyuyordu. Böylece iklim adaleti tartışmaları bu kurumsal rapor ve söylemlerde “çevre hakları”, “kolektif haklar”, “iklim değişikliğinin tarihsel sorumluluğu”, “ekolojik borç”, “emisyon hakkı” gibi anahtar kavramların ikrar edilmesinde de yer bulur. Elbette kimin neye hakkı olduğu ve adilliğin sınırlarının nerede çizileceği mevcut iktidar ilişkilerinden bağımsız ele alınamayacak bir mücadele alanıdır.
İklim adaletini hangi düzlemde ya da bağlamda tartışmak gerekiyor: Kuzey-Güney diye ifade edilen ülkeler arasındaki tarihsel ve güncel bariz eşitsizlikler temelinde ulus devletler düzeyinde mi; yoksa küresel salımların neredeyse yüzde 35’ini gerçekleştiren 20 kadar şirketi sorumlu tutarak mı; ya da sorumluluk ve etkilenme düzeyi bakımından ülke içinden başlayarak sınırları aşacak şekilde sınıfsal konumlara göre mi? Salım ve adaptasyon adaleti bakımından küresel olarak olanakların iklim krizinden en önce ve en fazla etkilenecek sınıflara, topluluklara, yerli halklara; örneğin nehir ve okyanus kıyılarında, ada ülkelerinde yaşayan ve deniz seviyesinin yükselmesinden olumsuz etkilenecek 1 milyar insanın kurtarılmasına aktarılmasını mı savunmalıyız? Öncelikleri ve alınan kararların nasıl ifâ edileceğine kim, nasıl karar verecek? “Yeşil ekonomi”nin yarattığı imkânlar kimlere gidecek? Fosil ekonomisinden çıkış sürecinde fosil sektörlerde çalışan emekçilerin durumu ne olacak?
İklim adaleti sloganı bunlar ve daha birçok konuyu tartışmaya açarak, iklim krizinin sadece emisyon miktarları sonucu olan ve gelecekte olacak iklimsel değişikliklerle ilgili teknik ve sadece bilim insanlarının karar verebileceği “bilimsel bir konu” olmadığını anlatıyor. Dahası belirli parametrelere dayanan politika setlerine göre yapılan bu gelecek tahminleri tartışmaya açıyor. Belirli bir politik gidişata uygun düşen bir sera gazı emisyonu miktarı belirleniyor. Emisyonlara göre yapılan iklim modelleri de elbette dünyanın karmaşık iklimini olabildiğince bilimsel bir kesinlikle yansıtıyor. Ancak o politika setlerinin hangi toplumsal süreçler sonucu ortaya çıktığı ve toplumsal çelişkilerin karmaşık yapısı bu iklim modellerini geliştiren iktisatçı ve iklim bilimcilerinin sonuçlara yansıtabilecekleri parametreler değiller. Ne toplumsal değişimler her zaman çizgisel bir doğrultuda ilerler ne de bir ülkenin politik doğrultusu mevcut üretim tarzından bağımsız olarak farklılaşabilir. Dolayısıyla iklim krizinin sonuçları da, nedenleri de toplumsaldır, politiktir. Ve öncelikli görev de, milyarlarca insanın ve dünya üzerindeki canlı türlerinin sadece bir avuç kapitalistin çıkarları için nasıl yok oluşu yaşadığını ortaya koymaktır.
Bu yazı, Bilim ve Gelecek dergisinin 211. sayısında “İklim Krizi” dosyasında yer almıştır. Yazının tamamı