Bugün iklim krizi küresel eylem gününde, kömür madeni uğruna Akbelen ormanı katledilen İkizköy’deyiz. Hep beraber; “gezegen bizim evimiz, paralarınıza para katasınız diye onu size vermeyeceğiz”, demek için geldik.
GEZEGEN BİZİM EVİMİZ
Ekolojik kriz küresel olarak derinleşiyor ve hükümetler göz boyamaya devam etmeye çalışıyor. Gelin görün ki, 30 Kasım’da başlayan 28. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı bu sene dünyanın 7. büyük petrol üreticisi olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde düzenleniyor.
Hemen ifade edelim; yeşil dönüşüm safsatalarıyla serbest piyasa ekonomisine yeni kazanç imkanları aranan, zengin ülkelerin yüzyıllardır sömürdükleri yoksul ülkelere olan iklim borçlarını inkâr etmelerine ve ekolojik emperyalizme devam etmelerine göz yumulan COP toplantılarından insanlık ve diğer canlı türleri adına bir fayda beklemiyoruz. Umudumuzu Kolombiya’da devam eden Yeryüzü Sosyal Konferansı’na saklıyoruz.
Bir yandan Birleşik Arap Emirlikleri’nde COP 28 görüşmeleri devam ederken diğer yandan dünyanın her yerinde savaşlar ve işgaller devam ediyor. Diğer yandan tüm dünyada artan savaşlar bölge halklarına olduğu gibi ekosistemlere de zarar veriyor. Bizler insan dahil tüm canlıların yaşamı için barıştan yanayız. Her yerde barış çağrımızı savaşların giderek yoğunlaştığı bu dönemde tekrar etmek tüm insanlara ve doğaya karşı sorumluluğumuz.
BİR AVUÇ KÖMÜR UĞRUNA BİR KOCA ORMAN Türkiye’de ise Akbelen’de dinamitler patlatılarak, İkizköylülerin yurt hakkı ihlal ediliyor, onlara kendi yaşam alanlarında zulüm uygulanıyor.
Bizler, bugüne kadar Muğla’da 68.000’den fazla insanın erken ölümüne ve 8 köyün yok olmasına yol açan termik santrallerin ve kömür madeninin neden oldukları ekokırımı durdurmak için buradayız.
Burada, ağaçların ve yabanın yok edildiği Akbelen ormanında her gün dinamitler patlatılarak toprağın altı oyuluyor, İkizköylülerin yaşam alanları yok edilmeye çalışılıyor ve tüm canlılar zorunlu göçe maruz bırakılıyor.
İklim kriziyle mücadelede COP toplantılarında her sene vurgulanan en etkili 2 yöntem, kömürden acil çıkış ve doğal orman varlıklarının korunmasıdır. Türkiye’de ise hükümet bir taraftan yıllık 100 milyon ton civarında olan linyit üretimini 2025 yılında 600 milyon tona çıkararak, Muğla’daki termik santrallerin 3 katına yakın kurulu kömürlü termik santral kapasitesi eklemeyi planlayarak kömür bağımlılığı inadını sürdürüyor, diğer taraftan ormanları enerji ve maden tahsislerine açarak, mega projeler yaparak parçalıyor ve yok ediyor, aşırı seyreltmelerle ekosistemi zayıflatıyor, orman içindeki yaban hayatını, ormanın çevresindeki doğayla uyumlu köy yaşantısını tahrip ediyor.
Nisan ayında yayınlanan güncellenmiş 1.Ulusal Katkı Beyanında sera gazlarında artırımdan azaltım hokkabazlığı ile fosil yakıta bağımlı büyümeden taviz verilmeyeceği, salımlarında aynı oranda artışa devam edileceği beyan edildi.
Yeni hazırlanan İklim Kanunu’yla oluşturulacak Emisyon Ticaret Sistemiyle karbon piyasaları kurulacak, böylece şirketlere yasal olarak kirletme hakkı tanınacak, insanların ve diğer canlı türlerinin kuraklıkla, sellerle, orman yangınlarıyla ağır bedeller ödedikleri iklim felaketlerine yol açan sera gazları, tahsisler yoluyla piyasada alınıp satılan, şirketlerin üzerinden para kazandıkları bir metaya dönüştürülecek.
Kasım ayında Kentsel Dönüşüm Yasasında yapılan değişiklikle insanların yaşam alanları da rezerv alan ilan edilebilecek. Bunun ilk uygulaması 6 Şubat depremlerinde ağır hasar gören Hatay’ın Antakya ve Defne ilçelerinde başlatıldı. Başta İstanbul ve Hatay olmak üzere, kentleri depreme ve iklim krizine karşı dayanıklı hale getirmek acil bir ihtiyaç olarak yıllardır önümüzde dururken, bu yasa değişikliği ile yeni rant alanları açma ve mülksüzleştirmeleri artırma yolunda bir adım daha atılıyor.
Eylül ayında çıkarılan Tarımsal Üretimin Planlanması Hakkında Yönetmelik tarımda üretimi izne tabi tutuyor, çiftçileri sözleşmeli üretim yapmaya zorluyor. Kısaca küçük çiftçilerin geçimlik tarım faaliyetlerini zorlaştırarak büyük şirketlerin tarım alanlarına el koymasına zemin hazırlanıyor. Sadece gıda güvenliğimiz şirketlerin ve piyasanın insafına bırakılmakla kalmıyor, yüzyılların tarihsel tohum ve toprağı işleme bilgisi yok ediliyor, köylünün toprakla kurduğu organik ilişki tahrip ediliyor.
Sendikalara baskıların çoğaldığı, iş güvenliği kurallarının çoğu yerde uygulanmadığı, çocuk işçilerin çalıştırıldığı, iş cinayetlerinin çoğu zaman cezasız kaldığı, sigortasız çalışmanın yaygınlaştığı, mültecilerin ucuz işgücü olarak tamamen güvenliksiz koşullarda çalışmaya zorlandığı Türkiye’de AKP hükümetleri süresince 32.000’den fazla işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiş bulunuyor.
Bugüne kadarki ekolojik yıkımların artarak sürdürüleceği önümüzdeki 5 yıllık dönemi kapsayan 12. Kalkınma Planından da açıkça görülüyor: Ekolojik yaşamı hiçe sayan, refahı ekonomik büyümeye feda eden, endüstriyel indirgemeci bir zihniyetin ürünü olan bu planda nükleer enerji bir temiz enerji çözümü olarak sunuluyor ve yaygınlaştırılacağı belirtiliyor. Enerji hedefleri arasında elektrik talebinin sınırlanması yer almadığı gibi, kurulu gücün dönem sonunda % 32 oranında artması öngörülüyor. Türkiye’nin bölgede önemli bir üretim merkezi, aynı zamanda etkin bir lojistik ve ulaşım üssü olması hedefleniyor. Üretimdeki büyümede öncelikli sektörler arasında kirletici ve sera gazı salımlarıyla aslında küçültülmesi gereken kimya ve otomotiv sektörleri yer alıyor. Orman kaynaklı ürünlerin ekonomideki payının artırılacağı dile getiriliyor. Yeni hazırlanacak maden kanununda maden arama faaliyetlerinin kamu yararına faaliyet olarak tanımlanacağı, madencilik sektörü için yatırım ortamının iyileştirileceği, tüm kaynakların tek elden yönetilmesi için üst düzeyde kurumsal mekanizma oluşturulacağı belirtiliyor. Madencilik ihracatının 5 yıllık dönemde yaklaşık 3 katına çıkarılması hedefleniyor. Özetle, ülkedeki hiçbir varlık, hükümetin şirketlerin kazançları için metaya çeviren neoliberal politikalarından kurtulamıyor.
Bizler ekolojik yıkımlarla mücadelede kararlıyız: Akbelen’deki maden çalışmalarının derhal durdurulmasını ve yıllar önce idari mahkemenin Muğla’daki 3 termik santral için verdiği kapatma kararının uygulanarak, bu santrallerin faaliyetlerinin durdurulmasını talep ediyoruz.
Çevre adaleti istiyoruz: Havanın kirletici emisyonlarla, su varlıklarının zehirli atık sularla, toprağın endüstriyel tarımdan ve sanayiden gelen zehirlerle kirletilmediği, hayvanların antibiyotik yüklenerek daracık alanlara hapsedilmediği, meralarında özgürce dolaştıkları köylerde, parkların ve bostanların çepeçevre kuşattıkları yeşil kentlerde yaşamak istiyoruz.
İklim Adaleti istiyoruz: Zengin ülkelerin yüzyıllardır sömürdükleri yoksul ülkelere olan iklim borçlarını ödemelerini, ekolojik emperyalizme son vermelerini talep ediyoruz. Savaşların, çatışmaların, iklim felaketlerinin kurbanı olan göçmenler için adalet istiyoruz.
Emekçiler için adil geçiş istiyoruz: Madenlerde, termik santrallerde ve diğer kirletici sektörlerde çalışan emekçilerin emeklerinin sömürülmediği, işlerini kaybetme baskısının ortadan kaldırıldığı, sağlıklarını tehdit etmeyen ekolojik çalışma koşullarının sunulduğu, iş güvenliği kurallarının uygulandığı işler talep ediyoruz. Emekçiler için sağlıklı barınma ve yaşam ortamı istiyoruz.
Ekokırım suç olarak tanımlansın istiyoruz: Geniş coğrafyaları ve gelecek nesilleri olumsuz etkileyen, geri döndürülemez şekilde tahribata yol açan doğa katliamlarının son bulmasını istiyoruz. Doğaya karşı işlenen suçların ekokırım yasalarıyla tanınmasını, doğanın kendi haklarının korunmasını istiyoruz. Akbelen’den Cudi’ye, Dikmece’den Kazdağları’na ekolojik ve sosyal yıkımlara maruz bırakılan tüm yerler için adalet istiyoruz. Bugüne kadar Milas ve Yatağan’da 5.000 hektarlık alan linyit madeni için kazılarak cehennem çukuruna çevrildi. Bundan böyle ne doğada ne de toplumsal yaşantımızda yeni cehennem çukurlarının açılmasına izin vermeyeceğiz. Bizlerden çalınan müşterekleri geri alana, emeğin ve doğanın sömürülmediği bir ekolojik yaşamı kurana kadar mücadeleyi bırakmayacağız.